1924 yılında Aydınlık dergisinin 27. sayısında yayınlanan Ekim Devrimi ve Türkiye başlıklı yazısında Şefik Hüsnü, 1917 yılından önce Türkiye halkının bir gün cumhuriyet şeklini kabul edeceği, padişah sülalesini ülkeden kovacağı kimin aklına gelirdi? diye sormaktaydı.
Şefik Hüsnü’ye göre padişahlığı yıkan ve Türkiye’yi kurtaran hareketi dolaylı olarak Büyük Ekim Devrimi doğurmuştu. Ulus devlet ve çağdaşlaşma düşünceleri ilk olarak Ekim Devrimi ile değil 1789 Fransız Devrimi ile ortaya çıktığı bilinmektedir. Çağdaşlaşma görüşünün Osmanlı dönemindeki savunucusu durumundaki Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi topluluklar Fransız Devrimi ile yaygınlaşan ideallerin etkisi altında gelişmişti. Osmanlı’nın düşünce hayatında etkili olan İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi düşünürler Kemalist milliyetçiliğin resmen kabulünden çok önce onun temel motiflerini eserlerinde kullanmışlardı.(1) Ancak Cumhuriyet Devrimi öncesi dönemde, onun öncülü konumundaki Jön Türkler ile İttihat ve Terakki Partisi gibi siyasal hareketlerin hiçbiri emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi ve yeni bir ulus devletin kurulmasına sağlayacak olanaklara sahip değildi.
1789 Fransız Devrimi, 1917 Ekim Devrimi ve Cumhuriyet
Saltanatın kaldırılarak egemenlik hakkının parlamento tarafından kullanılması ve çağdaşlaşma düşüncesi Fransız Devrimi ile 19.yüzyılın sonunda ortaya çıkmış olsa da bu düşüncelerin Anadolu’da kitlelere mal olması ve ete kemiğe bürünmesi Kurtuluş Savaşı döneminde gerçekleşmiştir. Her ikisi de Türkiye’de burjuva devriminin önemli uğrakları olan 2. Meşrutiyet (1908) ile Cumhuriyet Devrimi (1923) arasındaki temel farklılık, Cumhuriyet devriminin Ekim Devrimi tarafından koşullanan ve emperyalizmin yenilgiye uğratılmasını olanaklı kılan siyasal süreçlerle birlikte gündeme gelmesiydi. Şefik Hüsnü’nün belirttiği gibi işçi sınıfının siyasal mücadelesinin desteğinin olmadığı koşullarda yarı sömürge durumundaki bir ülkenin emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesini yürütmesi, siyasal bağımsızlığını sağlaması ve çağdaşlaşma adımlarını atması düşünülemezdi. Yarı sömürge durumundaki Türkiye’de ulus devleti oluşturan sınıfların emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi vererek kendi kaderini eline alabilmesi ancak Ekim Devrimi tarafından ortaya çıkarılan siyasal gelişmelerle olanaklı olmuştur. .
İşçi sınıfının siyasal mücadelesinin desteğinin olmadığı koşullarda yarı sömürge durumundaki bir ülkenin emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesini yürütmesi düşünülemezdi
2. Meşrutiyetin ilanından sonra Osmanlı’da yabancı sermayenin boyunduruğundan çıkmaya yönelik girişimler yoğunluk kazanmıştı. Ancak ulusal hakların kazanılmasına yönelik yapılan bu girişimlerin, kitlelere mal olamamakta ve nesnel sürece etki edememekteydi. İstanbul'da İngiliz ve Fransız sermayeli olan Şirket-i Hayriye’nin denizcilikle ilgili imtiyaz hakkının yerli bir şirkete verilmesi sonrasında olanlar, Osmanlı döneminde yabancı sermayenin egemenliğine karşı yürütülebilen mücadelenin sınırlarını göstermektedir. Bu dönemde yabancıların elinde olan denizcilikle ilgili imtiyaz hakkı, Mahmut Şevket Paşa tarafından Harbiye Nazırlığı’na bağlı yerli bir şirkete verildi. Bu girişim İngiliz ve Fransız sermaye gruplarının tepkisi ile karşılaştı. İngiliz ve Fransız sermaye grubuna karşı yapılan bu hamle, rakip konumdaki Alman sermaye grupları tarafından da onaylanan bir davranış olmadı. Tepkilerin odağında olan ve zamansız bir hamlenin mimarı konumundaki Mahmut Şevket Paşa 1913 yılında Beyazıt meydanında arabasının içinde vurularak öldürüldü.
Bu olay Osmanlı Devleti’nde bir başka yabancı sermaye grubunun desteği alınmadan herhangi bir yabancı sermaye grubuna karşı çıkılamayacağını ortaya koymaktaydı. Bu doğrultuda 1908’den sonra ülke yönetiminde söz sahibi haline gelen İttihat ve Terakki hükümeti de ülkeyi talan etmekte olan yabancı sermaye gruplarından birine karşı çıkarken bir sermaye grubu ile dayanışma arayışı içinde oldu. Bu durum gerçek anlamda anti-emperyalist siyasetin ortaya çıkması ve ulusal çıkarların elde edilmesinde kayda değer sonuçlar elde edilmesi sonucunu doğurmaktaydı. Yabancı devletlerden birine yaslanarak ülkeyi yönetme geleneği Osmanlı devletinin Birinci Dünya Savaşı'na girmesi ve savaş sonrasında dağılmasına yol açacaktı.
II. Meşrutiyet ve işçi hakları
II.Meşrutiyet sonrasında ortaya çıkan ve 1908 grevleri olarak bilinen grev dalgası ile Türkiye'de işçi sınıfının ilk kez tarih sahnesinde çıktığı görülmüştür. 1908 yılında meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra Selanik'te başlayan ve sonrasında İstanbul, İzmir, Adana, Zonguldak gibi sanayi bölgelerine yayılan çok sayıda işçi grevi siyasal yaşamda etkili oldu. Bu grevler tramvay ve demiryolu işletmeleri ile tütün, maden ve pamuk fabrikalarında etkili olmuştu. Greve çıkan işçilerin başlıca talebi çalışma şartlarının ve ücretlerin iyileştirilmesiydi. Bu grev dalgası sırasında İstanbul Ticaret Odası’nın yayın organında savunulan bir görüş ülkenin ve işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu özetler niteliktedir. O dönemki grev dalgası ile ilgili olarak 1908 yılının Eylül ayında İstanbul Ticaret Odası tarafından yayınlanan gazetede Türkiye’de işçilerin toplumsal konumunun gelişmiş ülkelerin işçileriyle benzer olamayacağı görüşü şu sözlerle savunulmuştu: "Hak seviyelerini savunmak ve korumadaki kudretleri bizimkilere göre kat kat üstün olduğundan, yerli işçilerin politika manevralarına kolaylıkla kapılacakları belli olduğundan, yabancı işçileri derecelerinde dileklerde bulunmaları uygun değildir." (1) Bu yazıda yerli işçilerin ücretlerinin yabancı benzerlerine göre düşük olmasının doğal olduğu savunulurken, işçilerin hak arayışının politika manevralarının malzemesi olacağı söyleniyordu. 25 Eylül 1908’de çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu ile iş bırakma yasaklandı ve işçilerin hak arama çabalarının engellenmesi yoluna gidildi.
1908 grevleri ile yönetici sınıfın bu grevlere karşı takındığı tutum, yarı sömürge ülke durumundaki Osmanlı’da yabancı sermayeye karşı ulusal hakların tutarlı şekilde savunulamamasının, işçi sınıfının hak arama mücadelesini engelleyeceğini göstermişti. Osmanlı devletinde ortaya çıkan ilk işçi büyük eylemi deneyimi, işçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yabancı sermayenin ülkedeki egemenliğine son verilmesinin zorunlu olduğunu göstermiştir. Bu durum 20. yüzyılın başlarında yarı sömürge konumundaki bir ülkede işçi siyasetinin gelişimi açısından da önemlidir. Türkiye’de siyasal bir güç olarak ortaya çıkmakta olan işçi sınıfının bu dönemdeki hedeflerinden biri ülkeyi yabancı sermayenin boyunduruğundan kurtarılması oluşturacaktı. Osmanlı devletinin dağılma aşamasında olması, ulusal bağımsızlık hareketine katılmaya istekli toplum kesimlerinin varlığı ve Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Bolşevik kadroların yarı sömürge ülkelerdeki bağımsızlık mücadelesini kendime müttefik olarak gören siyasal programı bu dönemdeki anti-entiemperyalist ve dolayısıyla anti-kapitalist siyasetin temel dayanaklarını oluşturmuştur. Bu koşullarda ulusal ve uluslararası alanda işçi sınıfının Anadolu’da yürütülen Kurtuluş Savaşı’nın başarısı için sefer olduğu görülmektedir. Kurtuluş Savaşının kazanılması ve Cumhuriyet’in kurulmasında işçi siyasetinin bu politikası önemli belirleyecilerden biri olmuştu. Türkiye’de emperyalizme karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin ete kemiğe bürünerek kitlelere mal olmasında yeni ortaya çıkan işçi siyasetinin yönelimi belirleyici olmuştur.
Emperyalizm karşıtı siyasal mücadelenin ortaya çıkışında Ekim Devrimi tarafından belirlenen siyasal iklim ve işçi siyasetinin kapsamı belirleyici olmuş olsa da savaş sonrası dönemde kurulan Cumhuriyet iktidarının sınıf bileşimi içinde işçi siyasetinin kendisine yer bulamadığı görülmektedir. Hikmet Kıvılcımlı II.Meşrutiyet ve Cumhuriyet’’in kurulmasını sürecini finans kapitalin tam anlamıyla siyasal egemenliği elde etmesi olarak değerlendirilmektedir. (2) II.Meşrutiyet’ten sonra gündeme gelen yabancı sermayenin bilgi, birikim ve gücüne dayalı kalkınma politikası, Türkiye’yi sanayileşmenin toplumsal maliyetlerine duyarsız, ucuz işgücü ülkesine dönüştürmenin ilk adımlarının atılması anlamına gelmekteydi. Meşrutiyet döneminde işçi haklarını geri plana iten egemen sınıf yaklaşımı Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürmüştü. Bu durum işçi sınıfı siyaseti ile Cumhuriyet iktidarı arasındaki dayanışmanın sürmesini önledi ve Türkiye’de iktidarın anti-emperyalist siyaseti tutarlı şekilde sürdürememesiyle sonuçlandı. Emperyalizmin siyasal olarak yenilgiye uğratılmış olmasına karşın ülkenin yeniden yabancı sermayenin boyunduruğuna girmeye başladığı sürecin ilk aşaması bu şekilde gerçekleşmiş oldu.
Lozan'da verilen ödünler
Yabancı sermayenin boyunduruğu altına girmenin ilk belirtileri Lozan Antlaşması'nın imzalanması sürecinde ortaya çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı kazanılmış ve bağımsız bir cumhuriyet kurulmuş olmasına karşın Lozan Antlaşması aracılığı ile Osmanlı İmparatorluğunun borçları kabul edilmiş ve borçlar 1929’dan sonra taksitle ödenmeye başlanmıştı. Dış borçlar konusunda Ekim Devrimi sonrasında Rusya’da izlenen yol ise farklı olmuştur. Rusya’da Bolşeviklerin iktidara gelmesinden sonra yabancı ülkelere olan önceki dönemden kalma borçların ödenmeyeceği ilan edilmişti. Bu durum kapitalizmin görece geri bir aşamasında emperyalizmle mücadele sonucunda kurulan yeni iktidarının sınıf bileşiminin, yabancılara borç ödeme konusundaki tutumunun farklılaşabileceğine işaret etmektedir. Savaşı kazanan ülke konumunda olmasına karşın Türkiye’nin Yunanistan’dan savaş tazminatı talebi de Lozan görüşmelerinde kabul görmemişti. Lozan Antlaşması’nın bu hükümlerinin yurt içinde hayal kırıklığına yol açması kaçınılmazdı. Lozan görüşmelerinin yapıldığı dönemde başbakan olan Rauf Orbay, hükümet kararlarının dışına çıktığı gerekçesiyle İsmet Paşa'ya sözleşmeyi imzalama yetkisinin verilmesine karşı çıktı. Anlaşmanın imzalanması sonrasında ise Rauf Orbay, Ankara'ya dönüşünde İsmet Paşa'yı karşılamak istemedi ve başbakanlık görevinden ayrıldı. Bu gelişmeler Lozan Antlaşması hükümlerinin yeni iktidara gelen sınıfın temsilcileri tarafından da tam olarak benimsenmediğini göstermektedir.
Lozan Antlaşması’nın imzalanması sürecinde emperyalist ülkelere karşı verilmek zorunda kalınan ödünlerin Cumhuriyetin henüz kuruluş aşamasında Türkiye’nin siyasal bağımsızlığına gölge düşürdüğü söylenebilir. Bağımsızlık mücadelsini destekleyen işçi siyasetinin Cumhuriyet’in iktidar organlarında yönetici bir rol üstlenememiş olması, ülkede filizlenen anti-emperyalizmin güdük kalmasına ve Türkiye’nin yarı sömürge ülke konumundan tam olarak uzaklaşamamasına yol açmıştır. Bu durum genel hatlarıyla Cumhuriyet’in yüzüncü yılında da değişmiş değildir. İstanbul Ticaret Odası (İTO) tarafından 2020 yılında hazırlanan mülk edinme rehberinde yabancılara İstanbul’a yatırım yapma çağrısı yapılırken Türkiye’deki işgücünün nitelikli ama ucuz iş gücü olduğu belirtilmekteydi. İTO’nun sözü edilen raporunda aktarılan bilgilere göre imalatta saatlik işçi maliyeti Türkiye’de 5,6 Amerikan dolarıyken, Almanya’da bu maliyet 47,2 Amerikan dolarını bulmaktaydı. İTO’nun raporunda belirtildiğine göre Türkiye’de sanayici ve tüccarların temsilcileri tarafından çalışma koşullarının düşük gelir ve güvencesizlikle karakterize olması avantaj oluşturmaktadır. Ücretlilerin karşı karşıya bulunduğu ucuz işgücü piyasasının Türkiye’de yüzyılı aşkın süredir varlığını sürdürmekte olduğu ve bu durumun yönetici sınıf tarafından olumlu bir durum gibi algılandığı görülmektedir. Cumhuriyetin ilanından 1940’lı yıllara kadar süren bocalama dönemi dışarıda tutulacak olursa Türkiye’de II. Meşrutiyet’ten 21. yüzyıla değin uygulanagelen ekonomi politikasının, yabancı sermayeye bel bağlayan kalkınma stratejisinin çerçevesini aşamamıştır.
Komintern’in ve Türkiye’deki işçi siyasetinin varlığı ve katkısı dikkate alınmadığı ölçüde Cumhuriyet’i kurucu sınıfların emperyalizm karşıtı olabildiklerini söylemek güçtür
Türkiye’de emperyalizm karşıtı siyasal mücadele Osmanlı dönemindeki 1908 grev dalgası ve sol siyasal hareketlerin filizlenmesiyle gündeme gelmiştir. Komintern’in girişimleri ile işçi sınıfı, emperyalizm karşıtı mücadelenin bileşeni durumuna gelmiş ve bu mücadele kitlelere mal olarak siyasal dayanaklarına kavuşmuştur. Komintern’in ve Türkiye’deki işçi siyasetinin varlığı ve katkısı dikkate alınmadığı ölçüde Cumhuriyet’i kurucu sınıfların emperyalizm karşıtı olabildiklerini söylemek güçtür. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde yabancı sermayeye tanınan ayrıcalıkların kaldırılması ve yabancı sermayeye bağımlı olmaktan kurtulmaya yönelik girişimler gerçekleşmiş olsa da, işçi siyasetinin iktidar organlarında kendine yer bulamadığı Cumhuriyet’in erken döneminde uluslararası sermayeden bağımsız ekonomi politikasının tutarlı şekilde uygulanamadığı görülmektedir.
Kaynaklar:
1. Ozan Örmeci. Jön Türkler ve İttihat ve Terakki. Tarih Okulu Eylül-Aralık 2010 Sayı VIII, 95-109.
2. (Aktaran) Hikmet Kıvılcımlı. Türkiye'de kapitalizmin gelişimi. Sosyal İnsan Yayınları. 2007, s:64.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder