İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist birikimin sürecinde görece istikrarlı bir dönemin ortaya çıktığı görülmektedir.
Bu dönemde erken kapitalistleşmiş ülkelerde refah devleti, onların yörüngesine yerleşen geç kapitalistleşen ülkelerde de sosyal devlet politikaları kabul gördü. Sosyalizme yönelmiş olan SSCB ve diğer bazı sosyalist ülkelerde ise üretici güçlerde gelişme ve üretkenlikteki artış yoluyla sosyalizme ulaşılabileceği görüşü ağırlık kazandı. Hruşçovla birlikte SSCB’de ekonomi politikasının temel eksenini üretim araçlarının mülkiyetinde değişiklik olmadan, üretkenlikteki artış yoluyla komünizme ulaşılabileceği görüşü oluşturdu. 1950’li yıllardan sonra Batı dünyasındaki kapitalist birikimin genişleyen yeniden üretimi yoluyla toplumsal sorunlara çözüm bulunabileceği görüşünün, SSCB’deki izdüşümünü Kruşçevci reformizm oluşturdu. Reformizmin sol siyasette etkili olması, kapitalist dünyadaki komünist partilerin Leninist çizgiden uzaklaşmasına yol açtı.
Reformizmin yükselişi
Bu dönemin bir diğer özelliğini ise erken kapitalistleşen ülkeler, bu ülkelerin yörüngesindeki geç kapitalistleşen ülkeler ve SSCB başta olmak üzere sosyalizme yönelen ülkelerde başta köylülük olmak üzere küçük üreticiliğin yerini büyük işletmeciliğin alması oluşturdu. Gerek refah devleti uygulamaları gerekse de sosyalizme yönelmiş ülkelerdeki devlet kapitalizmi uygulamaları üretimin merkezileşmesi yoluyla küçük üreticilerin toplumsal konumunun olumsuz etkilenmesine yol açtı. Sermayenin merkezileşmesi ile birlikte kapitalist kampta yer alan ülkelerdeki refah devleti ve sosyal devlet uygulamaları, yeni bir mülksüzleşme sürecinin ortaya çıkmasına neden olurken, sosyalizme yönelmiş ülkelerdeki devlet kapitalizmi uygulamaları ise üretim araçları kamusallaştırılması yoluna gitmeksizin üretkenliğin arttırılmasını hedeflemesi yönüyle benzer bir sonucun ortaya çıkmasına neden oldu. Sovyetler Birliği’nde Kruçevci dönemde gündeme gelen söz konusu ekonomi politikası Stalin döneminin ekonomi politikası ile önemli ölçüde farklılaşmaktaydı. Stalin üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki zorunlu uygunluk yasasını savunmuştu. Zorunlu uygunluk yasası kapitalist gelişimin geri bir aşamasında olan bir ülkede üretim araçlarının geliştirilebilmesinin, üretim araçlarının kamusal mülkiyeti aracılığı ile olanaklı olacağı görüşüne dayanmaktaydı. Kruçev dönemindeki ekonomi politikası ise üretim araçlarının geliştirilmesinin mülkiyet sistemi ile ilişkisini dikkate almayarak kapitalizmin restorasyonuna hizmet edecekti.
Sosyalist ülkelerle kapitalist ülkelerde uygulanan ekonomi politikası giderek birbirine benzer hale gelmesi reformist sol siyasetin yaygınlaşmasına zemin hazırladı. Dünya genelinde refah devleti ya da devlet kapitalizminin toplumsal sorunlara çözüm olacağı şeklindeki beklenti reformist sol siyasetin etkisinin artmasına eşlik ederken, beraberinde ortaya çıkan mülksüzleşme süreci ise yarı anarşist ve sol komünist görüşlerin etkinlik kazanmasına eşlik etti. 1970'li yıllarda kapitalist birikimin görece istikrarlı döneminin sonuna gelinmesi ve kriz süreci girilmesi ile gündeme gelen neo-liberal politikalar ise mülksüzleşme sürecinin daha da derinleşmesine yol açtı.
Süregiden mülksüzleşme
1970’li yıllardan sonraki dönemde kapitalist birikimin yeni bir mülksüzleşme süreciyle birlikte ortaya çıkması bu açıdan önemlidir. David Harvey, kapitalizmin erken dönemi için Marks’ın sözünü ettiği ilk birikimin tarihte bir kez olmuş ve sona ermiş bir şey olmayıp, bugün hala devam eden bir süreç olduğunu belirtmektedir. (1) Harvey, 1970’lerin krizinin ardından, sermayenin yeni birikim modelini Marks’ın “ilk birikim” kavramı ile özdeş tuttuğu “mülksüzleştirme yoluyla birikim” ile açıklamaktadır. Harvey'e göre genişletilmiş yeniden üretim yoluyla sağlanabilecek sürdürülebilir bir birikimin yeniden canlanma imkanı olmadığı durumlarda, birikim hızının düşmesini engellemek için tüm dünyada mülksüzleşme yoluyla birikim politikaları gündeme gelmektedir. (2) Kapitalist birikim sürecinin 1970’li yıllarda geçirdiği söz konusu değişim reformizmin yanı sıra mülksüzleşmenin siyasal yansıması olarak yarı anarşist ve sol komünist akımların etkili olmasına yol açtı. Bu süreç 1970’li yıllardan itibaren işçi sınıfının kendisi için sınıf olma özelliğini kaybederek kendinde sınıf özelliği göstermesine yol açmış bulunmaktadır.
Karl Marks Alman İdeolojisi isimli kitabında işçi sınıfının kendi siyasal talepleri ile siyasal mücadelenin içinde yer almaya başlamasını, kendisi için sınıf haline gelmesi olarak tanımlanmıştı. 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Birinci Enternasyonal’in kurulması ve Ekim Devrimi’nin dünya genelinde yol açtığı gelişmeler işçi sınıfının kendinde sınıf olmaktan çıkarak kendisi için sınıf olma özelliğini kazanmasına işaret etmişti. 1970’li yıllardan sonraki dönemde ise işçi sınıfının toplumsal muhalefete öncülük rolünden uzaklaştığı, bağımsız bir siyasal güç olma özelliğini ortaya koyamadığı ve iktidar perspektifini kaybettiği görülmektedir. Bu dönemde sermaye birikiminin yeni evresinin özelliklerini yansıtacak şekilde işçi siyaseti içinde reformizm ve sol komünizmin etkili olması, 19. Yüzyıl’ın ilk yarısındakine benzer şekilde işçi sınıfının kendisi için sınıf olmaktan çıkarak yeniden kendinde sınıf kimliğine bürünmesine yol açmıştır.
1970’lerde kendisi için sınıftan kendinde sınıfa
1970’li yıllardan sonra işçi sınıfının kendisi için sınıf özelliğini gösterememesi, diğer toplum kesimlerinin asgari bir program hedefiyle bir araya getirildiği devrim stratejisinin güncel olmadığı iddiası ile ortaya çıkmaktadır. Bu dönem de muhalif sol, sosyalist politikalar içinde işçi sınıfının yönetici rolünü üstlendiği demokratik devlet mekanizması için mücadele etmenin gereksiz ya da anlamsız olduğu görüşünün ağırlık kazanması, kapitalizme alternatif toplumsal projenin gündeme gelmesini güçleştirmiştir. İşçi sınıfının iktidara gelmesine yönelik herhangi bir stratejik bakış açısı bulunmayan, var olan gerçekliğin olduğu gibi kabulüne dayanan reformist sosyalist siyasetin yanı sıra ağırlaşan toplumsal sorunlara anlık tepkilerle kendini var etmeye çalışan yarı anarşist, sol komünist akımlar bu dönemde sol sosyalist ve komünist partiler ve gruplar içinde etkili olmaktadır. Üretim araçlarının geliştirilmesi yoluyla sosyalizme ulaşılabileceğini savunan Marksizmin sağ kanat temsilcilerinin yanı sıra demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında herhangi bir kategorik farklılığın varlığını kabul etmeyen sol komünist görüşler siyaset sahnesinde birlikte yer almışlardır.
Kapitalizmin genişleyen birikiminin sonuna gelinmiş olunması reformizmin sol siyaset içindeki hareket alanını sınırlarken, sermayenin yol açtığı mülksüzleşmeye yönelik anlık tepkilerle sonuç alınamayacağının ortaya çıkması sol komünist akımların etkisini sınırlamaktadır
Genişleyen kapitalist birikim ile buna bağlı ortaya çıkan mülksüzleşme olgusunun ara sınıflarda yol açtığı yıkımın sınırlarına ulaşılmış olması ise günümüzün başka bir gerçekliği durumundadır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte reformizmin artık kendisini Marksist bir akım olarak tanımlamaktan vazgeçtiği görülmektedir. Geçiş döneminde işçi sınıfının yönetici sınıf rolünü üstleneceği demokratik devlet aygıtının, bir süreliğine de olsa gerekli görmeyen sol komünist akım ise etkisini kaybetmiştir. Kapitalizmin genişleyen birikiminin sonuna gelinmiş olunması reformizmin sol siyaset içindeki hareket alanını sınırlarken, sermayenin yol açtığı mülksüzleşmeye yönelik anlık tepkilerle sonuç alınamayacağının ortaya çıkması da yarı anarşist, sol komünist akımların etkisini giderek daha fazla sınırlamaktadır. İşçi sınıfının yönetici rolü ile baskı altındaki diğer sınıfları ortak politik program etrafından bir araya getirerek, demokratik devrimin sonuna kadar götürülmesi yoluyla sosyalizme kapıyı açma politikasının tek, tek ülkelerde ve dünya genelinde yeniden gerçekleklik kazanabileceği koşullar ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Kaynaklar
1. Erdölek K.Ö. Harvey’in Mülksüzleştirme Yoluyla Birikim Kavramına Eleştirel Bir Bakış: Türkiye Örneği Finans Politik & Ekonomik Yorumlar 2017 Cilt: 54 Sayı: 628.
2. Harvey D. Yeni” Emperyalizm: Mülksüzleşme Yoluyla Birikim”, Çev. Evren Mehmet Dinçer, Praksis, 11, s:23-48.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder